skip to main | skip to sidebar

İlmi İle Amil Kişi

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)
  • Home
  • Posts RSS
  • Comments RSS
  • Edit

Salı, Eylül 28

İsviçreli Bilim Adamları

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:03

Bana sorsalar dünyanın en boş insanları kimlerdir diye derim ki; “İsviçreli bilim adamları!”


Yıllardır yumurtanın bir tarafını Colgate ile bir tarafını da normal diş macunu ile boyayıp durdular. Dişler yine çürüdü yine çürüdü. Zaten yumurtayı sevmem. Bana ne bir yanı çürümüş diğer yanı çürümemiş. Bu kadar faydasız olabilir mi lan bir insan grubu? Bireysel faydasızlığı anlarım ama grup faydasızlığı da ne demek oluyor? Üzüm sevenler derneği, lan X-files kulübü bile daha faydalı gözümde.


Şu küçük ve basit dünyamın bu kadar sorunu var iken neden gereksiz şeyler araştırılır anlamıyorum.


Sigara böreğidir, yok efendim sarmadır, içli köftedir! Bunun gibi içli yemekleri yapanlar sona geldiğinde ya içi yetiştirmek yada dışarıdaki malzemeyi yetiştirmek için bir strese giriyorlar ya, işte onu incelesin İsviçreli bilim adamları.


Yine dolmaya iç hazırlanırken ki, sarımsak mı soğan mı paradoksunu yaşayan annelerimizin dertleri de bu grupta irdelenebilir.


Balıkçıların küçük balıkları temizlememelerine ne demeli peki? Alt psikoloji yok mu diyorsun burada bana? İnceleyen nerede? Kimse yok tabii, yazmasam söylemesem kimsenin aklına da gelmeyecek.


Bunca yıldır kendi ütümü yaparım, birçok ütü yapan başka insana da tanık oldum. Hatırı sayılır miktarda ütü gördüm ama su damlatmayan bir ütü ben bugüne kadar görmedim arkadaş. Çözüm nerede? Yıllardır bırak çözümü düşünülmemiş bile.


Çuvalla parayı, o bembeyaz önlükleri neden verirler bu adamlara anlamıyorum.
Yıllardır ay sonunda üstelik pazar günü tam yemek pişerken biten tüp, pazara çıkıldığında listeden unutulan o tek ama tekrar pazara gitmeyi gerektiren malzeme, biten televizyon kumandasının yerini dolduracak yedek pilin hiçbir zaman bulunmadığı evler! Bunlar benim değil, İsviçreli bilim adamlarının çözemediği sorunlar.


Hoş dile getirmek yerine çözüm önerisi sunsak burada, yine dinlenmeyeceğiz. Bunu da türk halkının ithal mal merakına yoruyorum. Lakin İstanbul trafiğine kesin çözüm önerim olan zeplin uygulamasını ciddiye almayanlar tam tamına aynı kesimdir.

Ondan sonra "Vay efendim Türkiye'de beyin göçü!".


Trafik diyince aklıma taksiciler geldi. O kısa mesafede, yağmurlu havada kimseyi almayan sonra iş yok diye her bineni dolandırmaya çalışan it sürüsünü düşündüm de, birileri artık açılıştan gelen havadan para yüzünden kısa mesafelerde de kar ediyor oluşlarını bu adamlara anlatmalı. Bir mesleğin %90’ı mal olabilir mi lan?


Haydi öptüm.


A.A.

2 yorum

Pazar, Eylül 5

Ameliyat Vs. Kebap

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 12:47

Ameliyat sonrası hastanede yatılan birkaç gün sonrasında atalarımızın, kebap müessesesine olan engellenemez bir meyili olmuştur her zaman. Gençlik dönemlerinde bu meyilin sebebi anlaşılamamış olmakla birlikte, birçok doktor ile bu konuda tartışmalar yaşanmış birçok hastane görevlisi ile “Girersin giremezsin!” şeklinde ikili muhataplıklar görülmüştür her erkek evladının hayatında. Rahmetli babaannem de ameliyat olup hastanede yattığı dönemlerde sürekli hastaneye gizlice kebap sokmamı ister, o kebap tedarik edilemediği vakit ise büyük bir hayal kırıklığı ile sitemini dile getirirdi. Hoş zamanlar olmazdı tabii bunlar ama ben uzun zaman bu işin mantığını anlayamamış, “Bugün yenmezse yarın yenir bu kebap!” demişimdir. Bu gizli kebap operasyonlarının zamanında hissettirmiş olduğu CIA görevi etkisini ise bambaşka bir inceleme olarak görüyorum.

Olayı basitleştirdiğimi geçtiğimiz Cumartesi itibariyle anlamış bulunuyorum. Şimdi baştan almak gerekiyor sanırım.

Ameliyat ufak da olsa, stresli bir kavram. Yıllardır üzerinde çalıştığım ve şu dönemlerde her bakımdan kusursuzluğa ulaşmış olan bedenime dışarıdan bir müdahale yapılacak olması gerçeği ile sarsılan psikolojimden önce değinilmesi gereken bir konu var ise, o da öyle bir konunun olmamasıdır. Dışarıdan oynamalar düzeltmeler vücuda dair, çok kötü lan! Bunun stresi ameliyat öncesinde “Artık Dünya’ya farklı bir gözle bakacağım!” şeklinde ters mantık ile ortaya çıkıyorken, ameliyat sırasında hiç öyle olmuyor bak. İnan bana böyle bir can sıkıntısı, sıra dışı bir gerginlik oluyor. Garip makineler, sürekli doktorun o anda ne yaptığını merak etmeler falan. Bak basit bir lazer operasyonunda bile böyle oluyor inan bana!

Benim operasyon iki aşamada ve iki farklı mekanda oldu. Birinci aşamada ofisin karşısında Taksim Göz denen yerde oldu. İlk aşama tamamlandıktan sonra araçla bizi Aksaray’a götürdüler ablamda bana eşlik ederken. İşte kebap düşüncesi tam bu sırada aklıma yerleşti. Çünkü benim için bir nevi harikalar diyarı özelliği taşıyan Horhor ile gideceğimiz Avrupa Göz çok yakınlar birbirlerine. Dedim “Abla ameliyattan sonra Horhor yapılsın! Yensin, içilsin!”. O anda karar verilmişti zaten. Ameliyattan sonra o kebap yenilecekti arkadaş.

Olmadı ama. Ameliyat sonrası yaşaran ve hafif batan gözüm bana engel oldu. İşte tam o zaman anladım bu hasta insanın kebap saplantısını. Aslında mevzu kebap değil, tamamen zamanlama olayı. Yani o anda, kişinin canı örnek olarak bamya istesin, ki o durumda canı bamya isteyen kişinin de Allah belasını versin, o bamya yenecek. Yenmez ise işte o zaman dert oluyor! Mesela tam şu anda bu cümleyi yaparken de canım kebap istiyor ama sorun değil inanın! Hafta arası yerim. Ha istesem kalkar gider şimdi de yerim ama üşendim. Ama yiyebilirim! İşte ameliyat olan insan onu o anda yiyemez aslında, sıkıntısı buradan kaynaklı. Çok zor lan!

Bu kadar yemekten bahsetmişken bir mekan önermeden olmaz! Hepimizin sevgilisi, can ciğerimiz, Ikea’mız! Evet yemekleri çok güzel, menüleri de gayet uygun. İsveç köftesini tavsiye ediyorum özellikle. Doyuruyor falan!

“Tamam her şeyi geçtim de nasıl olacak bu işler?” diye soruyorum bazen kendime. Ama sonrasında “Hangi işler?” diye de soruyorum. Acaba düşüneceğim mevzu mu kalmadı? Yoksa artık hiçbirşey düşünmek mi gelmiyor içimden? Hayat ne kadar garip lan!

İlkokul çağındaki çocuğun gözlerinde görünen umut parıltısını hiçbir şeye değişmeyen yapımdır, arada sırada da olsa her şeyi kenara bırakıp etrafı manasızca izleyen gözlerimi borçlu olduğum. Yine aynı yapıdır ki; geçmişin bıraktığı her türlü izi birkaç dakika da olsa kenara bırakabilmemi borçlu olduğum. Bu borcun altında kalkabilirim umarım.

Değişken dinamikler var ya gün içerisinde hepimizin karşısına çıkan, ne boktandır onlar! Ulan insan bir günde kaç farklı ruh haline bürünebilir ki bu dinamiklerin kıçı başı ayrı oynuyor?

Nedense basketbol şampiyonasını hiç takip etmiyorum. Bunu da belirtmek istedim.

Haydi bakalım. Herkese iyi haftalar.

A.A.

0 yorum

Pazar, Ağustos 22

Hakkat boş yazı!

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:49

Her ne kadar bundan bir önceki postda, bu postun konusunun "Bir Analiz-Kadınları neden bekleriz? Onlar neden Bekletirler?" olacağına dair sinyaller vermiş olsam da, görüldüğü üzere bu postun konusu bundan bir önceki postda yazıldığı gibi "Bir Analiz-Kadınları neden bekleriz? Onlar neden Bekletirler?" değil. Peki bu, bundan önceki postda bu postun konusuna dair ipuçları vermemin saçma bir hareket olduğunu gösterir mi? Bence hayır. Sadece bundan önceki postda ipuçlarını vermiş olduğum “Bir Analiz-Kadınları neden bekleriz? Onlar neden Bekletirler?" konusu hakkında gözlemlerimi tamamlayamamış olduğumu kanıtlar bir durumdur.

Peki neden bu kadar saçma ve kendini tekrar eden bir paragraf ile yazıya başladım? Ne bileyim lan öyle oldu işte.

Maşallah bütün haftasonunu dışarıda geçirmedim. Tamamında evdeydim. Sadece alışveriş için Bim’e gittim evin arka tarafında. Çok güzel bir yer gerçekten. “Normal süpermarketlerden kendisini ayıran şey nedir?” diye sorarsanız eğer, valla onun cevabını da bilmiyorum. Hatta öyle bir olay var mı ondan bile şüphem var! Bildiğin market işte lan! Zaten mercimek satılan yerlerden genelde zevk almamışımdır! Keşke mercimek hiç yenmeseydi, hiç bulunmasaydı o! Adı bile komik. Mesela ben şahsım olarak, kebabı ilk yapan adamı ne kadar seviyorsam ve o ne muhterem bir adamsa benim gözümde, ilk mercimek yetiştiricisi o derece boktan bir adamdır benim gözümde. Gram değeri yoktur yani gözümde. Böyle bir şey olamaz gerçekten. Terbiyesiz herif! Çok sinirlendim gerçekten.

Bugün evde otururken ablamla, aşağıdaki balkondan “What’s uuuuppp? Yeaaaahhhh!” şeklinde bir ses duyduk. Camdan uzanıp baktım. Aşağı katın bir oğlu var ilkokul çağlarında, balkona çıkmış evdeki nargilenin marpucunu eline almış, Haliç’e karşı hip hop yapıyor. Ama sadece “What’s uuuuppp? Yeaaaahhhh!” diyor. Her seferinde de daha yüksek söylüyor bunu. Yarım dakika kadar izledim. Sonra çocuk beni gördü. “Kardeş napıyon sen?” dedim. “Napıyon?” diye tekrarladım. Baktı gülmeye başladı. “Dünya’nın en mal adamıyla karşı karşıyayım!” dedim kendi kendime. Çocuk yüzüme gülerek salona kaçtı balkondan. Sanırım seçilmiş kişiyi gördüm yani bugün.

İnternet gezintileri bazen süper eğlenceli olabiliyor ya işte bugün onlardan birisini yaşadım. Uzun zamandır hiçbirşey beni şurası kadarı güldürmemişti.

“500 Days Of Summer” denen filmi izledim, özetle kafasına göre takılıp istediği anda istediği şeyi yapma hakkını kendinde gören bir insanın haklı olabileceğini savunan yazık bir film olmuş. Hiçbir dayanağı yok senaryonun ama senaristler yine kaderle yok efendim işte aşkla bilmem neyle bağlayaraktan durumu kurtarmaya çalışmışlar ki, basitin ötesine geçememiş film. İzleyeceklere duyurulur.

Al şarkı!

Haydi kaçtım!

A.A.

2 yorum

Pazar, Ağustos 8

Kapızlı'dan Adana Hilton'a!

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 09:17


Bundan 15 yıl öncesine gittim bugün birden. Tam bugüne hem! Hatırladığım kadarıyla Mersin'in ileri ucra köşelerinden, Osmanlı zamanlarında Akıncı köyleri seviyesinde bir yer burası, Kapızlı'da denize giriyordum. Öyle bir deniz sefası ki bu, anlatılmaz gerçekten. Fakat dipnot olarak şunu belirteyim; tesisde öğle yemeği için pişirim fırını vardı ve oraya gelen hiçbir aile öğle yemeğinde normal insanların yediği yemekleri yemiyordu. 2 kilo kıymadan lahmacunlar mı dersin, efendime söyleyeyim 3 kilo etten tavalar mı dersin? Böyle bir ortamda bir pazar geçiriyordum işte.

Kapızlı'nın coğrafi yapısına değinmek gerekirse; şezlong ile denizin suyunun karada son dokunduğu yer arasındaki mesafe yaklaşık 100 metre. Silme kum! Güneş tepede ve kum cayır cayır yanıyor. Şemsiyeler ise sahile kadar muntazam bir düzen ile dizilmiş. Her şemsiyenin arasında 10 metre ve kiralayan her kişinin elinde 1 litre deniz suyu. Şimdi sanata gel!

Kapızlı'da denize girmek tamamen bir takım işi. Eskiden inanılmaz bir takım ruhu vardı gerçekten. Sahilin başından birisi denize girmek istediğinde şemsiyeler arası iletişim başlıyor ve bir sonraki şemsiyeye "Hazır ol!" mesajı veriliyor. İlk şemsiyenin önüne su dökülmesiyle birlikte denize girmek isteyen cesur türk koşusuna başlıyor. 10 metrelik bir koşudan sonra ilk şemsiyenin altında gelen adayımız, kumdan yanmış ayaklarını suda serinlettikten sonra, ikinci şemsiye için deparına başlıyor küçük bir detay ile birlikte! Her şemsiyede boşalan şişe alınıp denizden doldurulup tekrar geri gönderiliyor. Çünkü bir sonraki aday için de aynı prosedür tekrar edilecek. Aha çizerim sizi için;


Biliyorum çizim çok boktan. Bu noktada kendimi şöyle savunabilirim; çok şey olduğumu iddia etmişimdir ama resime yeteneğim olduğunu asla!

Neyse Kapızlı hatırama neden gittim? Şimdi o gün bana birisi gelip; "Ya sen 15 yıl sonra yine bu pazar ne yapıyor olacaksın?" deseydi birçok cevap verebilirdim gerçekten. Ama şimdi ne yapıyorum, Üstad'ın düğününe gitmek için Adana'da arkadaşlarımı beklerken işte buraya bunları yazıyorum! Bunu gerçekten tahmin edemezdim.

Böyle pazar aktivitesi olur mu lan? Yarın insanlar bana ne yaptın diye sorduklarında "Üstad'ın düğünü gittim!" mi diyecem? Diyeceksem de nasıl diyecem bunu? Hiç mi utanmam yok benim? Nasıl bir adam oldum?

Neyse şaka maka; bak benden size tavsiye bir daha "Hayat çok garip!" diyenlerle taşak geçmeyin olur mu? Daha nasıl örnek vereyim lan? Kapızlı'dan Adana Hilton'a bağladım olayı! Adam olun.

Daha önce yazdım mı bilmiyorum ama tekrar yazmakta fayda var yazdıysam da; kadınlar düğün için sakın kuaföre falan gitmeyin, hiçbiriniz girdiğinizden güzel çıkamıyorsunuz! Bunu henüz bir sebebe bağlayamadım ama çalışmalarım devam ediyor!

Özlü söz(bunu yeni buldum); Dünyanın en boktan beklemesi, düğün için hazırlanan kadınları beklemektir!

Sonraki postun konusu: "Bir Analiz-Kadınları neden bekleriz? Onlar neden Bekletirler?"

Haydi öptüm.

Amil



2 yorum

Perşembe, Temmuz 22

Çocukluğum...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 13:37
İnsanın çocukluğundan hatırladıkları şeyler genellikle komik şeyler!

  • Türk insanının matematik öğretme hevesi sanırım çocuğu konuşmayı söktüğü anda başlıyor. Çubuklarla-fasülyelerle dört işlem öğrenmeye çalıştığım zamanları daha dün gibi hatırlıyorum. Dayağın ne derece bir teşvik olduğunu anladığım iki durumdan bir tanesidir sanırım. İkincisi de ingilizce öğrenme hikayemdir. İnsan yeterince dövüldüğü takdirde ister istemez doğruyu buluyor.
  • Dayakla gelen bu öğrenme hevesi, sokakta dayağı engelleme adına tekrar hevesine dönüşüyor ki, saklambaç oynarken 1'den 50'ye kadar 1'er 1'er saymak yerine 1'den 250'ye kadar 5'er 5'er saymamızı da bu noktaya dayandırdım en sonunda. Kombinasyonlar geliştirilebilir ama kimse "Yok ben çocukken bunu yapmadım!" demesin.
  • Ne boş şeyler için kavga etmişiz mesela. Akranlarımıza "Çocuk daha bu!" dememizde haklı noktalarımız çok. En basit kavgalarım mesela atari salonunda ortak jeton ile oyun oynarken "Sen daha fazla oynadın!" kavgaları olmuştur. Baya fazla olmuştur bu tarz kavgalarım.
  • İp atlayan kızların "Yandın!" kavgalarından daha kötü birşey var ise kızlar ile ip atlayan erkeklerin "İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika, Belçika, Hollanda!" demeleridir. Erkekte yavşaklaşma başlamasının da bu dönemlere denk gelmesi raslantı mı acaba?
  • Annem bir keresinde Gülsüm Teyze ile kavga etmişti. O anda pek gülemediysem de şimdi aklıma gelince gülüyorum hep. Anneler sinirlenince on kaplan gücünde oluyorlar ya, işte o anı yakalarsanız mutlaka resim falan çekin. Ölümsüzleştirin o anı! O şefkat dolu insanın, mafyadan bir derece az bir sokak serserisi edasıyla bağırıp çağırması bence insanın hiçi unutmaması gereken anlardan bir tanesi.
  • Ben değil ama bunu ablam hatırlıyor; birgün evde, 3 yaşındayım sanırım, süs bitkisini yemişim ben. Sonra ağzımdan yeşil suyun aktığını gören annem bayılmış. Ablamda yan komşumuza gidip "Bebek çiçek yedi, anne öldü!" demiş. Ablam bunu dediğinde 5 yaşındaymış. Bunu da gülerek hatırlıyorum.
  • İlkokul 5'tim ben, başka bir şehirden o sene bir kız gelmişti. O kız gelince, sınıftaki kızların bir kumpas hazırlayıp bizim erkek tayfasına kız başına bir erkek düşmek üzere aşık olduğunu öğrendik. "Ne yapsak?" diye düşünürken birimiz "Öğretmene söyleyelim!" dedi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Ama gittik öğretmene söyledik. Öğretmende kızları dövdü. Böyle bir dallamalık olabilir mi lan?
  • Mesela çocukken normal insandım ya ben; işte o zaman babamın asi ruhunun getirdiği gaz ile sakin sakin yaylada okey oynarken birden kalkıp Bursa'ya gitmemiz, gezi boyunca benim arka koltuğun üzerindeki camlı bölmede uyumuş olmamda bildiğin komik mesela. O zaman sığıyordum oraya işte, sığmakla kalmayıp bildiğin rahat ediyordum. Şimdi ise beş kişilik bir arabanın yarısını tek başıma işgal ederim söylemesi ayıp. Nasıl bir bohem yaşam sürdüysem?
  • O zamanlar teyzem ile birlikte kalırdık sürekli. Annem ve babam çalışırken. Teyzem lisedeydi. Ablamla ikisi, "Yalan Rüzgarı" izlerlerdi. Bende Transformers izlemek isterdim ama izin vermezlerdi. Sonra bende televizyonu bozardım. Teyzemde beni yatak odasına kilitlerdi ceza olsun diye. Takım sandığı vardı fakat yatak odasında. Tornavidayı elime alır kapının kilidini sessizce söker ve dışarı top oynamaya çıkardım yine sessizce. Sonra annemin işten dönmesini bekler, o eve girdikten birkaç dakika sonra bende kapıyı çalardım. Kapıyı teyzem açardı ve sürekli nasıl yatak odasından çıktığımı merak ederdi. Hala gülerek hatırlarız.
  • Yaz tatillerinde babam kahveye götürürdü beni. Orada küfür masterı yapıyordum. Teşvik olarak kebap kullanılıyordu tabii. Bir gün bana sokaktan geçenlerin kıçına pet şişenin ucuna bulaşık eldivenin parmağını geçirmek suretiyle taş atmamı söylediler. Kebap alınacaktı yine. Bende bir tane kadının kıçına atınca taşı, manyak kadın beni kovalamaya başladı. Baya bir kaçtım ama kadın yakaladı beni. Güzel bir dövdü. "Baba!" diye bağırıyorum baktım babam beni tanımıyor. Dedim "Çok ayıp ettin abicim!"
Bunca gülerek hatırladığım olay varken çocukluğumdan, esas olarak üzüntü ile hatırladığım olayların sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Ancak hiçbir zaman unutamayacağım olayların en başında gelen bir olayı da yine çocukluk zamanlarımda yaşadım. Dedem hastalandığında babamla birlikte hastaneye götürdük kendisini. Durum ağırdı ve yanında sadece babamla ben vardık. Yaşım 7 falan sanırım. Babam doktor ile konuşurken birden ağlamaya başladı. Benim olay hakkında en ufak fikrim olmamasına rağmen bende ağlamaya başladım. Doktor gelip "Sen neden ağlıyorsun?" diye sorduğunda ise ortada ele avuca sığacak mantıkta bir cevap yoktu "Çünkü babam ağlıyor!" Babalar ve çocukları arasında gelişmiş bir çeşit bağ sanırım bu. Bak annem ağlayınca daha çok üzüldüm bugüne kadar ama babam ağladığında her defasında bende ağladım. Çok ciddi araştırılması gereken bir konu bana göre.

Neden insan çocukluk zamanına geri dönmek ister? Sebebi yukarıda sanırım. Üzüldüğünden daha fazla sevindiğin için o dönemlerde yada hayatın sana ne getireceğini henüz idrak edememiş olduğundan! Yine de herkes bir ara "Çocukluğumdan şu hayatı tekrar yaşasam!" diye içinden geçirmiştir.

Bu konuda tüm söyleyeceklerim bunlar.

Hadi bakalım.

A.A.
3 yorum

Pazar, Temmuz 18

Tatile çıkmaksızın...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:11

Bu blog olayı gün geçtikçe daha sıkıcı olmaya başladı sanırım ki, pek fazla yazasım gelmiyor son zamanlarda. Nedendir bilinmez? Tabii bu bazı tespitlerde bulunmasına engel olmuyor hiçbir zaman. Sadece yapılan tespitler kamuya açılmıyor buraya yazmayınca.

Arkadaş grubuyla Fatih Ormanı’na pikniğe gitmekten daha aciz bir hareket var ise oda birisini aramak için bokum bahaneler uydurmaktır. Şehvetli sosyete özentisi maskeli baloların ve How I Met Your Mother’dan fırlama lazer-tag aktivetlerinin ezikliği konusunda daha önce incelemelerimi dile getirmiştim. Dünyada tek eğlencesi bu ve bunun gibi aktiviteler olan insanların var oluşu ise ağlanacak halimize güldüğümüzün bir göstergesi olsa gerek. Hayat güzel de, kime?

Gönül isterdi ki; kuzumu çevireyim rakı mı içeyim Torosların bir tepesinde! Olmadı işte. Hayırlısı! Bir başka yaza kalsın.

Dün Santral denen yerdeydik. Etkileyici bir yer. Bolca yeşillikli, oturmacalı bir yer. Sadece böyle aktivite zamanlarında değil, öylesine oturmaya da gidilebilir. Ayrıca Temmuz ortasında İstanbul’un en serin bölgesi sanırım. Birkaç saat oturmamıza rağmen gram sıcak hissetmedim. Gidin işte lan uzatmayın fazla!

Bazı patavatsız arkadaşlar var, Facebook’ta yok efendim işte kebap resmi, yok bilmem ciğerler mumbarlar şırdanlara ait bir takım resimleri paylaşıyorlar. Bunu yapmayın! Yapmayın ki yıllar sonra görüştüğümüzde size saygımı koruyor olayım bende. Allahınız yok mu lan sizin?

Cumartesi akşamı Santral’den sonra şöyle bir Taksim’e uzanayım dedim. Uzandım nitekim. Biraz oturduktan sonra “Ürolojiden Arif” isimli arkadaş ve tayfası ile,karaoke yapmaya karar verdik. Ortalama zevk sağlayan bu aktivite, doğru şarkı seçildiğinde zevkli olabiliyor iken, önemli bir ders vermeyi de ihmal etmedi şahsıma. Dünya “Shape Of My Heart”ı Sting’den başka birisinden dinlemeye hazır değil henüz. Yapmayın, yaptırmayın!

Bazı filmler ve kitaplar çok önem taşır hani, benim için önem taşıyanlara dikkat ettim. Tekrar ele aldım. Ana karakterler hep kısıtlı ve hayata bakış açısı dar, bir diğer deyişle anlama zorluğu çeken karakterler oldu. Forrest Gump, Leon, Rain Man! Bu filmlerin karakterlerinin hikayeleri çok etkilemiştir beni. Eminim birçoğumuzu da etkilemiştir. Kitaplardan ise aklımda kalan örnek “Of Mice and Men” oldu. Tüm filmlerin ana karakterlerinin ortak özellikleri, fazla detaya girmemeleri ve fazla soru sormamaları. Anlamıyorlar olayları ve kendilerini çevreleyenleri. Belki de hayata müdahale etmiyorlar kendi çaplarında. Çok mu soru soruyoruz acaba kendimize? Nedir bu adamlarda bizi bu kadar etkileyen? Pes doğrusu…

Ablam bugün aile hekimliği için seçim yaptı tekrardan. Okmeydanı’nda çalışacak artık. (Pis bir apaçi olsaydım Okmeydan’da çalışacak derdim. “Mecidiyeköyü’ne gidiyorum!” diyenler misali.) Orada bir aile sağlık merkezi varmış! İyi oldu ama, sanırım Hasköy’de devam edeceğiz kalmaya. Bakırköy’den, Cihangir’den taşınmak koymamıştı ama buradan taşınmak koyar sanırım.

Buradan bir tespitimi dile getirmek isterim! Bir şaka var hepimizin bildiği işte onun boku çıktı artık. Keşke takip eden nesillerimize bunu miras olarak bırakmasaydık ancak iş işten geçti sanırım. Evet açıklıyorum; “Yarası olan gocunur!” ve müteakip şakaları. 3 tane liseli cırbanın muhabbetine tanık olduktan sonra bu konunun bokunun çıktığına karar verdim. Şöyleki; “Yarası olan gocunur! Senin yaran mı var ki? Demek yaran var sen alınıyorsun!” şeklinde makineli tüfekimsi bir laf iteleme çabasından sonra oluşan o birkaç saniyelik sessizlikten sonra grup nedense kahkahaya boğuldu. İşte tam olarak o kahkahadır “Keşke hiç tanık olmasaydım!” dediğim. Bu ne lan?

Buradan, kimse kişisel olarak algılamasın, öyle yada böyle tatile çıkmış tüm dünyalılara gelsin bu tribim; bu yaptığınız gerçekten ama gerçekten ayıp! Aranızda fotoğraflarını koyanlar var, onların yaptığını ifade edecek bir kelime bulamıyorum!

Hadi öptüm.

A.A.

1 yorum

Pazar, Temmuz 11

Omuz hizası vaktinde bir yazı...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 15:34

Uzun zaman oldu yazmayalı. Birşeylerin birikmiş olması gerekir normal şartlar altında ama birikmedi. Sebebi de belli değil demek isterdim ama belli!

Bir defter tutmaya başladım. Bunu yapacak adam değilim belki ama evet öyle oldu. 2003’de aldığım çok sade görünümlü bir defter vardı. O zaman alma amacım “Belki bir şeyler yazarım, ne bileyim bir iki not alırım!”dı. Birkaç hafta önce evi temizlerken baktım, onca yıl geçmesine rağmen tek bir harf yazmamışım deftere. Oysa yaşanan çok şey oldu o zamandan bu zamana kadar. Dedim “Üstad, sen bunları deftere yaz en iyisi!”.

İlk iki sayfayı atladım. Üçüncü sayfadan başladım dedim ki; “Bu ilk iki sayfayı ben öldükten sonra hayattaki en eski dostum doldursun!” . Bu yüzden aranızdan bazılarını, ilerleyen zamanlarda iki sayfa yazma sorumluluğu bekliyor şimdiden haberiniz olsun! Olur ya yollarımız ayrılmış, uzun yıllar görüşmemiş veya ne bileyim ben size çok büyük yavşaklık yapmış olsam bile bu defter elinize ulaştığında o iki sayfayı doldurun tamam mı? Kime gelirse yani. Çok heyecanlı lan valla!

Neyse bu işin ciddiyet taşıyan tarafıydı. Biraz güncel olaylara eğilmek gerekirse;

Twilight’ın üçüncü filmi bence ilk ikisinin gölgesinde kalıyor. Jacob yine çok hayvan! Belki vücudu için oskar ödülü bile verilebilir elemana. Yalnız çok net iddia ediyorum, bir yumrukluk bir kafalık işi var. O biçim yere sererim kavga etsek. Gerçi nerde kavga edeceğiz diye düşünmedim değil ama olur ya kavga etsek teke tek, alırım aşağıya.

İstanbul’a ilişkin söylenmiş sözlerden en yaygın olanının “kadınına ve havasına güven olmayacağı” olduğunu bilmeyen yoktur. İlkine güven olmadığı zaten önceki zamanlarda teyit edilmişti. Geçtiğimiz haftalarda ve bugün dahi tasdik edilen şey ise havasına da güven olmayacağı. Bu ne lan? Temmuz’un ortasında sağanak yağmur falan. Temmuz ortasında yağmurdan konser mi iptal edilirmiş arkadaş? Bu nasıl iş anlamadım!

Ben bir gün yolda yürüyordum işte, sonra canım çok sıkılmıştı benim, yürüyordum saçma sapan İstiklal’de. Ulan dedim “Bari 2 ve katlarını hesaplayayım!”. Hesaplamaya başladım işte kafamdan iki ve katlarını. İki üzeri yirmi iki’ye kadar hesapladım. Bak öyle gülüp geçme! Bir noktadan sonra çok zor oluyor devam ettirmek!

Mesela neden Pazar sabahı kahvaltıya çıkayım ki ben? Mis gibi balkon, 9 çeşit kahvaltılığım var. Çıkarsam ayıp olmaz mı?

Sıcağı sıcağına bir yorum yapmam gerekirse Dünya Kupası’na ilişkin, Bursa’nın Türkiye şampiyonu olması oldu ama İspanya’nın Dünya Kupası’nı alması olmadı kanımca. Süper futbol oynamaları ayrı mesele ama ben isterdim ki, finali Güney Amerika takımları nam-ı diğer Brezilya ve Arjantin oynasın. Böylece bugün gördüğümüz gibi sıradan bir maç yerine, atari salonlarında görebileceğimiz bir futbol maçına tanıklık edelim. Olmadı canımız sağolsun. Diğer kupalara nasip olur inşallah!

Hani bazi insanlar kendilerini anlatırken, başkalarının yazdığı yazıları kullanırlar, alıntılar yaparlar ya, bende çok kullanırım bazen onları. Sebebi belli, bazı insanlar yazı ile çok güzel ifade ediyorlar yaşadıklarını falan filan. İşte böyle yazılardan birisini paylaşayım dedim bu postda. Rengin Soysal’dan gelsin.

“Kimilerinin dilekleri vardır, kimilerinin planları.’hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez.’,bunu bilseler de kendilerine karşı boyunlarını eğmez birinciler; diğerleri emellerini ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek için, bir satranççı gibi soğukkanlı, hesaplarlar hamlelerini, başkalarıyla piyon gibi oynamaktan çekinmeden.

Ve zekalarıyla mağrur, bütün istediklerini elde etmek için satranç tahtasında bir ‘taş’ diye baktıkları insanları umursamadan yürürken, hiç kimsenin onların oyunlarını anlamadığını zannederler. Ya da bir ‘taş’ı kırmayı önemsemezler, mühim olan kazanmaktır çünkü; iyi yaşamaktır, dünyaya bir kez gelir ama, görmezler.

Bir defa olsun, kendilerine dışarıdan bakmayı deneseler, her seferinde kendi ‘haklılıklarına’ inanmak için, hatalarıyla yüzleşmemek için mazeretler bulmaktan vazgeçseler; gerçek değerin güçte, parada, şöhrette, yetenekte değil; ‘öz’de olduğunu kabul etseler, herkesle oynarken aslında bir ‘oyuncağa’ dönüştüklerini de fark edebilirler belki. Yoksa bir ‘android’ bile çözebilir sırlarını, mahçup olmazlar mı?

Ne tadını çıkarmak ayıptır hayatın, ne aşık olmak ne de başarıyı arzulamak. Ancak bunları nasıl yaşadığınız belirler kıymetinizi; zerafetten yoksun, egoist, umursamaz davranışlarınızla başkalarını küçük düşürürken sizin de küçük düşeceğinizden korkmaz, duygularını hiçe sayıp yaraladığınız insanları düşünüp azıcık yaralanmazsanız ihtimal bir şeylerin eksildiğine de aldırmazsanız, sizin eksildiğinizi görmekten üzülenler haykırırsa bazen yine onları suçlarsınız.

Sizin için hayat budur çünkü. Kurallarına göre oynamak gerekir. Öbürleri kaybedenlerdir!

Schopenhauer’in sözlerinde özetlenen:

‘VERDİĞİ SÖZÜ TUTMUYOR HAYAT; TUTSA BİLE ÖZLEDİĞİMİZ ŞEYİN ÖZLENİLMEYE DEĞER OLMAKTAN NE KADAR UZAKTA BULUNDUĞUNU GÖSTERMEK İÇİN YAPIYOR BUNU… BİR ELİYLE VERDİĞİNİ, ÖTEKİ ELİYLE ALIYOR.’”

Benden uyarması, yazıyı beğenir sağa sola gönderirsiniz falan eğer yukarıda bahsi geçen insan gibi olmayacaksanız gönderin sağa sola. Bundan eminseniz yani. Sonra nasıl yüzüne bakarsınız ki insanların?

Neyse lan uzatmayayım yine! Hadi öptüm.

Oturan Göbek

0 yorum

Pazartesi, Haziran 14

Bazı bazı...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:53


Daha önce dediğim gibi; tavuk gider boku da beraberinde gider!


Yağmurda yürümenin, her ne kadar birkaç dakika içerisinde pastırma kıvamına gelinse de rahatlatıcı bir durumu var, “Yağmurda yürünür mü lan?” diye soran bir insanın bile bir kere denese zevk alacağı. Yalnız abartmamak mantıklı olabilir kanımca. Şemsiyelerin, yağmurlukların kifayetsiz kaldığı yağmurlar varmış onu anladım. Ama yinede güzel bir yanı var bu tarz yürüyüşlerin.


Geçen hafta bir hamburger yemişim, o kadar güzel o kadar tatlı bir hamburger zor bulunur. Paylaşmıyorum ama nerede yediğimi. Gitsin bulsun sevenler.


Harrison Ford’lu “Kaçak” filminin artık TV’de yayınlanması yasaklanmalı bence. Bir ara dizi zannetmiştim ben onu. Farklı kanallarda aynı haftada 3 kere izlemiştim.


Yağmur olunca taksi kullanmak kaçınılmaz oluyor. Yine geçen hafta taksi ile eve giderken, bir binanın zemin katında “Aldırma Gönül” şarkısı ortalama yaşları 10 olan bir öğrenci grubu tarafından adam başı birer büyük rakı devrilmişçesine büyük bir efkarla söyleniyordu. Temsil tarzı bir şeylerdi sanırım aktivite ve başlarında öğretmenleri de vardı. Şarkının sözlerde şu dizeler yer alıyor “Kurşun ata ata biter, mapus yata yata biter!”. Işıkta durunca binanın önünde çocukların bu dizeleri daha bir baskı ile söylediklerini gördüm. “Noluyor lan!” dedim kendi kendime. Nereye gidiyor bu memleket anlamıyorum. 10 yaşında çocukları ağzında “kurşun, mapus…” bunlara benzer kelimeler. Ata’nın yeni nesli emanet ettiği öğretmen buna dikkat etmek yerine, öğrencilerin başına geçmiş onlarla okuyor bu dizeleri. Biraz daha dikkatli olmak gerekir bence bazı konularda yada ben çok hassas davranıyorum. Bir yerde okumuştum balık burcu erkeği oldukça duygusalmış kimi zamanlar. Bu zamanlardan birisindeyim sanırım.


İnsanın sadece yapmış olduğu hatalarından ders alıyor olması sanırım yaradılıştan kaynaklanan en büyük kusuru olabilir. Hiç hata yapmamış olan insanların, hayatı eksik yaşıyor olduğunu düşünmemiz de yine bu olaya dayandırılabilir. Biz yinede fazla bakmayalım geçmişe, sadece oradan çıkardığımız dersler kalsın.


Tanık olduğum en saçma olay, Pi’yi 3 kabul etmek olabilir. Bir gerçek bu kadar çarpıtılabilir! Yuvarlamacı yapıyı bırakmak, hayatı detaylarda aramak gerekir bence. Lakin çoğu zaman küçük detaylardır insanı mutlu veya mutsuz eden. Her ne kadar biz genel olduklarını düşünsekte bunların, özüne inince detay olduğunu anlarız. Yıllardı yemişler bizleri, gençleri ve kendini genç hissedenleri, “Pi’yi 3 kabul ediniz!” diye. Pi’yi 3 kabul edebiliyorsam çemberin yarı çapını neden, misal 5 kabul edemiyorum? Neden “Tüm çemberlerin yarı çapı 5’tir!”diyemiyorum özgürce? Yok arkadaş bundan sonra böyle; “Pi 3!” diyene tepkim sert olacak. Hayat bu kadar mı basit yani?


Kırık hayallerin kıyısında yaşamak! Her gün bir diğeri için!


Motive olmuş insandan daha güzel bir insan olamaz diye sanırım. Yolda yürürken bu tarz insanları gözlemlemek zor oluyor lakin pek az bunların sayıları. Normal yurdum insanı genelde sokakta aylak aylak yürümeyi tercih ediyor. Yürüme aktivitesine dahi odaklanmıyorlar. Genelde sağa sola kaçan bakışlardan anlayabilirsiniz bunu. “En son ne zaman sadece yürümek için yürüdüm?” diye sorsa insan kendine iç huzurunu yakalamak için bir yöntem daha bulacaktır eminim. Çünkü sadece yürümüş olmak için yürümeye odaklanmış bir insan attığı her adımda daha bir huzurlu oluyor. Herkes arada (kesinlikle tek başına) denemeli! Beğenmeyene parasını iade bile ederim bak.


Hani bazı şeylerin sınırı olamaz denir ya, doğrudur! Ama kesinlikle sınırı olan bazı şeyler de var bu hayatta. Mesela sarhoşluk! Ben kendimi iyi sarhoş olur bilirdim. Hani olurum yani fazla kaçırınca. Bağırmalar, çağırmalar, kavga çıkarmalar yok efendime söyleyeyim yeri geldiğinde ilan-ı aşklar… Bunların hepsini yapmışlığım var. Ama hiçbir zaman sınıra dayanmadım. Yanına bile yaklaşamadım. Umarım yaklaşmamda. Evet, sarhoşluğun o uçsuz bucaksız sınırlarının dayandığı çizgi kesinlikle sokak ortasında sızmaktır. Şüphesiz ki; sokak ortasında sızana kadar içenler beyinsizin önde gidenidirler. Böyle birisini gördük M. Ve R. ile cumartesi akşamı. Tokat attık, su döktük, dürttük herif banamısın demedi! Sonra magandanın birisi geldi “Dur abi sen bırak!” dedi ve elemanı serbest düşüş pozisyonunda bıraktı. Eleman da çotank diye gidip kafasını yere vurdu ve kafası yarıldı. “Bu sızmış!” dedi sonrada. Blogumun kamuya mal olmuş bir blog olması sebebiyle bu noktada içimden geçirdiklerimi söyleyemeyeceğim. Fakat şunu bilir şunu söylerim, eğer biz olmasaydık o çocuğa orada her şey olurdu. Herşey ama! İnsanlar nasıl bu kadar duyarsız kalabiliyorlar merak ediyorum yada biz sandığımız kadar kötü insanlar yada daha doğru sorayım soruyu sandığımızdan daha mı iyi insalarız? Nitekim polis gelene kadar resmen elemanın başında bekledik! İlkokulda olsak en azından kurdelalı bir karne alırdık yeminlen!


Sabır kavramı nerede bitiyor insanda? Bilen varsa bana söylesin. Anlık sinirlenmelerim (ki biliyorum çok fazla sayıda var) haricinde başıma iki kere geldiği için sanırım hayatta eksik olduğum noktalardan bir tanesi bu konu olsa gerek. Yani herhangi bir mevzudan, daha doğrusu tekrar eden herhangi bir mevzudan o illallah etme raddesi nedir? Bu konu hakkında neden bir araştırma yok ve sadece din adamlarımızdan duyduklarımızla yetinmişiz bugüne kadar? 1.000 kişi üzerinde test yapılsa acaba sabrın tükenme anı olarak bariz derecede sıyrılacak bir nokta bulunabilir mi? Garip lan bu! Bildiğin garip bir mesele sabır olayı.


Mesela ben hiçbir zaman maskeli baloya katılmam! Yavşakça geliyor bana. Biraz saçma gelebilir ilk duyuşta ama sadece utanacak şeyleri olan insanların birkaç saatliğine de olsa maske takacaklarını düşünüyorum! Ayrıca 1800’lü yılların o yaşantısına, o sosyetikliğine özenti neden? Eyes Wide Shut’da vardı böyle bir sahne; insanlar eğlenmek için mi yoksa utanç içinde taşıdıkları o simaları saklamak için mi maske takarlar diye sorsalar bana “Filmdekiler bence utandıkları için maske takmışlardı!” derim ve eklerim “Ama gerçek hayattakilerin utanacak daha çok şeyleri var! O yüzden onların yapmaları daha normal! Kimi çiftler mesela eğlence için yapar bunu ama kimileri ise kendilerinden utandıkları için sevdiceklerin karşısında bir an için kendi simalarından kurtulmak istedikleri için!”.


Gidişler zordur. Ama kolayda olabilir bazen! Gidiş mevzusunun doğasında var zorluk. Ama gitmeden önce ama giderayak ama gittikten sonra. Gidişlerin kolay olacağını düşünmek ise gaflet ve dalaletten ibarettir. Hıyanet ise çoktan vardır zaten!


Misal bir olay anlatıyorsun çevrendekilere “Sana yakışmaz!” diyorlar. Niye yakışmasın onu anlamıyorum? Anamın karnımdan Mesih mi doğdum ben? Bazen sürekli kendimize toplumun yakıştırdıklarını yapmaktan vazgeçip kendi istediğimizi yapmamız gerekmez mi? Bazen diyorum bak.


İntikam soğuk yenen bir yemektir!


Kendisinin pek bir hayranı olmama rağmen Hoca Efendi(!)’nin bir sözü ile bu postu da bitirelim artık. Yarın iş güç var; "Bugün kendini ifade edemeyenler bir gün mutlaka sinelerindeki heyecan ve ızdırabı çevrelerine duyuracak, şimdilerde hafakanlarla yutkunmalarına karşılık gelince sükûtun o en müessir şiirlerini inşad edeceklerdir."


Hadi öptüm hepinizi.


Sevgiler ve saygılar.


Oturan Göbek

6 yorum

Pazar, Mayıs 23

Uygun bir başlığı olmayan yazı!

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:20


Çok büyük bir değişiklik yaşadım bugün. Taze taze yazmak istedim! Bu konu ve geçtiğimiz bir hafta içerisinde yaşadığım bazı tecrübeler bu postun konusunu oluşturmaktadır.


Sanırım çoğumuz şu veya bu sebeple bir süreliğine de olsa Dünya’ya geç geldiğini düşünmüşüzdür. Ben mesela şimdi yapılacak işlerde köşe başlarının çoğunun tutulduğunu gördüğümde bu düşünceye kapılırdım eskiden. Kimimiz mesela güzel bir bayan görmüştür sokakta kendisinden beş yaş büyük veya işte erkek görmüştür öküz gibi yakışıklı demiştir bunu. Yada işte belirli bir müzik grubunun jenerasyonundan olmak veya 68 kuşağı klişesi gibi. İşte ben bunları bugün atlattım. Tam olarak doğduğum günden ve büyüdüğüm jenerasyondan memnunum artık. Bir tür iç huzur yakaladım desem yeridir. Teşekkür ederim Özcan Deniz! Şu resmi çektirmişsin ve bana kendi jenerasyonunda bir zamanlarda olsa moda olan görünüşü bir miras gibi göstermişsin ya, sana ne kadar dua etsem az! Bu ne lan?

Şimdi diyorum ki işte, mesela 70’lerin başında falan doğsaydım benimde kesin böyle bir resmim olurdu! Ondan sonra gelde çocuklarına göster bu tarz resimleri. Her yaşın güzelliği ayrıdır veya buna benzer bir laf vardır ya hani, tam olarak çıkaramadım, Özcan Deniz’in şu yaşının tek bir güzelliğini söylesin birisi bana annemin revanisinden bir dilim bile verebilirim kendisine!

Geçen hafta araba muayenesi için Silivri’ye gittim. Sabah 8’de sıraya girip akşam 17 gibi muayene alanına girdiğim sırada, özelleştirme ile tamircilerin kendilerine bir harikalar diyarı yarattıklarını gördüm, tanık oldum, yaşadım! Tek tip kıyafetler insanlarda bir sürü psikolojisi yaratmışçasına, sanayiden toplanan ve normal şartlar altında hiçbir yerde adam yerine koyulmayan araba tamircilerinin bir profesör edasıyla ve kişilikli zenci yürüyüşleri ile muayene gelenlere tavır takınaraktan çalıştıklarına gördüm ya daha çok az şey şaşırtır diye düşünüyorum şu hayatta beni! Herkesin denemesi gereken bir kavram araç muayenesi! Tavsiye ederim.


Homecoming güzel şey! Doğal ortamımda kısa sürede olsa kalmak çok zevkli! Acaba fırsat olsa Çukurova’ya geri döner miyim diye sordum kendime. Cevap “Evet!” çıktı.


R.’lerin evinin kapıcısının adının Sıtkı olduğunu gördüğüm andaydı hiçbir kapıcının böyle günümüzün popüler ve modern isimlerini kullanmadığı. Sıtkılar, Bayramlar, Hüseyinler! Bir keresinde Kemalettin Efendi bile görmüştüm ama bir Berk Efendiler, yok ne bileyim Cem Efendiler hiçbir zaman bakkaldan sıcak ekmek veya gazete getirenler olmadılar nedense? İnsanın ismi gelecekteki mesleğini etkiliyor desem yerimidir acaba? Berkay diye veya Akay diye bir minibüs şöförü ile tanışmadığım gibi, Abbas diye veya Supi diye bir doktor ile de tanışmadım. Mesela Burhanettin diye bir tek belediye başkanı biliyorum. Selahattin diye bildiğim tek kişi ise bir balıkçı idi. Supi diye bir astronot da tanımadım mesela ama konudan uzaklaşmak adına daha derine inmemek gerektiği kanısındayım şu anda! Bayram’da kötü bir isim ama! Neyse şimdi bilim dünyası benim bu iddiamı tartışır falan!


Çok sevgili (!) Başbakan’ın bir vecizesini içeren pankart vardı Tarsus’ta asılı. Diyor ki; “Kadınlara yapılan ayrımcılık, ırkçılıktan beterdir!” Mantık olarak doğru olabilitesi hala tartışılan bir konu olmasına rağmen, bu tarz cümleleri alıp pankarta koymaları beni ayrıca sinirlendirmiştir. Muhtemelen tuvalette geçirdiği 20. dakika sonunda aklına gelen şu sözü bir yerde söyleyip özlü söz olacağını falan düşünmüştür kendileri ama o pankartta “Siz bizim Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız? (Bu arada yazması baya zor gerçekten sizde mutlaka deneyin!)” yazsa daha bir akılda kalma olasılığı olurdu sanırım. “Kuş foli kamofoli!” de yazabilirdi pekala!


Tarsus’ta DVD 1 lira lan! Şaka gibi! Üstelik orjinalden kayıt!


Sizlere hiçbir zaman “okur” diye seslenmedim seslenmeyeceğim!


Mesele yarın mesai olması, Cuma’ya kadar ağzımıza sıçılacak olması şu fani dünyada kaç kişinin zoruna gidiyor acaba? Bana evlat acısı gibi oturmuş durumda şu anda! Zaten havada bir sıcak bir soğuk. Biçimsiz bir hafta bizleri bekliyor haberiniz olsun.


Şimdilik bu kadar! Hadi sağlıcakla kalın!


Oturan Göbek

1 yorum

Çarşamba, Mayıs 5

Apartman Günü Esprileri

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 15:24
Apartman günlerinde genelde eve alınmazdım. Az buçuk hatırlıyorum annem cumartesileri erkenden evden gitmemi isterdi. Cebime harçlığı koyardı ve salardı beni uçsuz bucaksız kurak toprakların ortasına. “Akşamdan önce gelme!” derdi. Bütün kekleri börekleri yiyormuşum, yıllar sonra sorduğumda kendini böyle savundu öz annem! Düşündüm hak verdim kendisine. Bir tepsi böreği tek başına yemişliği olunca insanın, kendini savunacağı noktaların da bir limiti oluyor en nihayetinde.

Genelde sabahtan öğlene kadar dershane olurdu. Bazen annemin teşviki ile akşama kadar dışarıda takılırdım. O zamanlar counter-strike çok modaydı. 4’ün 6’sını alıp çatıya çıkıp, kapıdan her çıkanı indiren yavşak tiplerdendim. Nick olarak ise hala sebebini anlamadığım bir şekilde yıllarca “Kıro” kullanmışımdır. Memlekette “Kıro” dediğin zaman tanımayan yoktu. Şimdi anlıyorum bir reklam şirketinden danışmanlık almanın önemini.

Buraları özet geçip asıl o günlerden hatırda kalan noktayı belirteyim. Bazen dershane çıkışı uyumak için eve giderdim. Annemin apartman günleri olurdu. Hiç anlayamamışımdır bunların mantığını. İnsan çevresini neden sadece apartman sakinleri ile kısıtlar ve o günleri apartman sakinlerinden başka hiç kimse davet edilmez? Neden orta yaşlı teyzelerimiz sadece apartman günlerin katılmak için kucak dolusu parayı karaca marka yeleklere, koton marka keten pantolonlara verip başka hiçbir yerde o kıyafeti bir daha kullanmaz? Neden her birisi bu günlere katılmadan önce kuaföre gidip saçlarını Elvis tarzında taratır veya dip boyası attırır? Bunlar cevaplayamadığım soruların sadece bir kısmı.

O zamanlar gerek politik olarak, gerekse Türkiye’nin kültürel olarak büyük değişimler yaşadığı günler (90’ların ortası ve sona yakın kısmı) olmasına rağmen benim aklımda kalanlar apartman günlerinde yapılan şakalar olmuştur. Günün ortasında eve gelen çocukların düştüğü ortam ve çektiği eziyet, gördüğü işkence ise çoğu türk gencinin bilinç altına yerleşmiş ve “Kötü şaka nasıl olur?” konusunda detaylı bilgiler edinmeleri ile sonuçlanmıştır. Türk komedyenlerinin çoğunun bu dönemde yükselişe geçmiş olması ve üne kavuşmuş olmalarına sebep olan şakaların komikliklerinin bile yavaş yavaş unutulmaya başlanması bir gerçek. Ancak apartman günlerinde annelerin ve komşu teyzelerin yapmış olduğu bazı şakalar yıllar sonra dahi çoğumuzu yataktan kan ter içerisinde fırlatacaktır.

Uyarı: İlerleyen bölümlerde bahsi geçecek olan şakalar daha çok çocukların okul maceraları veya kocaların yaptığı fantastik hayvanlıklar üzerine kurulu olup, yüksek derecede morfin içermektedir.

------------------------------

Örnek Olay-1:

Annem günü düzenliyor ve misafirler yavaştan gelmeye başlıyorlar.

Anne: Merhaba, Serpil Hanım. Hoş geldiniz!

Serpil Teyze: Komşum hoş bulduk. Nasılsın?

A: İyidir komşum. Şimdi Mersin’deki kız kardeşime gideceğimde, ona bir şeyler pişirdim!

Kendi düzenlediği günde, misafirlere pişirdiği pasta-böreği gösteren ve onları teyzeme pişirdiğini iddia eden annemin bu şakası o zaman bile beklemediğim bir şekilde beğenilmiş ve nesilden nesile aktarılmıştır.

S.T: Ehuehuehuehue! Ayy komşuuuuum! İlahi pes doğrusu. Sen beni güldürdün Allah seni güldürsün. Ehuedoksklaklraşel! Ayşe Hanım duydun mu komşum ne dedi? Börekleri alıp Mersin’e gidecekmiş. Ayyy nefes alamıyorum!

Ayşe Teyze: Ehuehuehuehue! Ay ay ayyyy! Dayanamıyacağım!

Fatma Teyze: Ne olmuş Ayşe Hanım?

A.T. : Ay Fatma Hanım, komşum böyle böyle demiş!

F.T. : Ayyyyyyy! Ehuehuehuehue!

Günün ilk şakası ile başlayan o ilk kahkaha zinciri ne yazık ki aynı kalite düzeyi ile günün geri kalanına yansıyacaktır ve biz kurbanlar olarak bu konuda yapacak hiçbirşeyi olmaksızın bir yaşam mücadelesine başlarız.

------------------------------

Örnek Olay-2:

Günün ilk şakası ile olaya dahil olanlardan durumu daha kötü olan tek bir insan vardır, oda günün ortasında çay pastalar servis edildikten sonra muhabbete dahil olan kişidir ki, onun ben şansının içine sıçayım! Serpil Teyze’ye dikkat!

S.T. : Komşum senin oğlan geldi! Hey evlat (gerçekten böyle konuşurdu???) ne o geç kaldın? Yoksa dershaneden sonra kızlarla mı takıldın?

Şu soru ile birlikte ben güne katılan bütün teyzelerin kahkahalara boğulduğunu gördüm.

Koro: Ehuekejdkuheudjeudjesuoşwpkeıam! Ayyyyyyyyyyy ayyyy! Serpil Hanııııııım! Ayyyy!

S.T. : Ne var komşum? Tam yaşı ama. Üstelik yakışıklı baksana. O yapmayacakta bizim beyler mi yapacaklar?

Koro: Ayyyy Serpil Hanıııııım! Sus sus! Bayılacağım! Ayyyy!

Bu konuda tüm söylemek istediklerim bu kadar!

------------------------------

Örnek Olay-3:

Günün gelişimini izleyen ve onunlar beraber büyüyen şahısların fark etmesi gereken son evre ise giderayak şakalarıdır ki, bunlarda bırakın mantık insan zihninin bir eserini dahi göremezsiniz.

S.T. : Komşum haftaya bizdeyiz biliyorsun ama börekleri sen yapacaksın! Ben senin gibi yapamam anam.

Koro: Ehuehuehuehue! Ay Serpil Hanım ayy ayyy! Ay nerde görülmüş kendi gününde başkasının yaptığı börek çöreği ikram eden? İlahi sana! Ay çok güldük bugün.

------------------------------

Nefret etmişim yılları boyu o uzatılmış “Ayy”lardan, Karaca’dan alınan o yün ceketlerden, Elvs tarzı taratılan o saçlardan ama en nefret ettiğim ise o yapılan şakalarmış meğer. Geç fark ettim ben bunu!

Şakalara tepkim mi? Buyrun;



1 yorum

Pazartesi, Nisan 26

Vay babayın kemiğine...!

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 13:35
"Dinim imanım olsun ben bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum!" gibi fazlaca Adanamtrak bir girişle başlamak isterdim şurada yazacağım 3-5 cümleye ama inanın o kadar bile enerjim yok!

  • Kızların doğum günü kutlamalarında yer çekimi ve diğer birkaç fizik kuralı ile hunharca alay ettiğini fark ettiğimde yirmi altı yaşıma yeni basmış sayılırdım. Zıpladıktan sonra yere düşmeden seri şekilde 6 veyahut 7 kere zıplayan kızlar var bu dünyada. Omuzlardan yapılan bir hareket gibime geliyor ama daha tam olarak gözlemleyemedim. Bunların yanında atletik diye gezinen o kadar basketçiye ise tek bir lafım var; "Helal!". Bunca zamandır yemiş bitirmişsiniz elalemi.
  • Geçen gün rüyamda beyanname kontrol ediyorum birden ak sakallı dede omuzumun üst köşesinde beliriverdi. "Bak o öyle olmaz!" dedi. Dedim "Ne diyon amca? Bi rahat bırak, işimizi yapak!". Dedi "Adanalı mısın?". Dedim "Tarsusluyum!". Dedi "Sizin oranın humusu güzel diyorlar!". Dedim "Heeee! Hadi git ye!". Dedi "Çok ayıymışsın sen!" Dedim "Ya bırakkkkkh ya!". Gitti sonra o. Humus yemiştir herhalde.
  • Hayat ilginç döngülere sahip sanırsam. Toz mevzusunu ele alalım misal. İçeri temiz hava girsin diye camı kapıyı açarsın misal, anında toz girer. Sonra daha fazla toz girmesin diye camı kapatır, evi silersin bakarsın bu sefer odanın içindeki mevcut tozlar dibe çökerler. Yeri tekrar silersin ama tozların bir kısmı tekrar yukarı çıkar ve tekrar sen sildikten sonra aşağıya iner. Ne garip lan? Toz senin ağzına etmeye oynuyor sanki. Gitmiyorda gitmiyor!
  • Pekala kabul ediyorum! Yaptığım iş çok zor.
  • Abi dikkat ettim bizim 4 katın paspasına. Yeni eve taşındığımdan beri ne paspasın yeri değişti nede üzerindeki ayakkabıların yeri. Hergün bakıyorum bir önceki akşam eve çıkarken gördüğüm görüntünün aynısı. Ya birisi benimle alay ediyor (çok sevdiğim tabiri ile maytap geçiyor), ya alt kat komşum obsesif kompülsif bir ve birkaç insan, yada bu adamların hiç geleni gideni yok! İnsanın paspasının durumu bu tarz yargılara varılmasına sebep olabilir mi? Konu ben olunca oluyor sanırım.
  • Sohbet ortamlarında birkaç kez bahsetmişimdir yaş ortalaması 786 olan bir amca ve bir teyzenin sunduğu "Gider Ayak" isimli programdan. Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca sunanlar. Muazzez Teyze bir sümerolog. Allah uzun ömür versin, o kadar yaşlıki Sümerlerden daha önceki bir medeniyet konusunda uzmanlaşmış olsaydı gerçekten tepkili olurdum kendisine. Her rakı içişinde muhabbet başlatmak için "Şimdi sana kaybolan yıllarını verseler?" diye sorarım. Hayrettin Emmi ise net 779 yaşına rağmen oldukça dinç bir portre çiziyor. Hala kınından çekilmeyi bekleyen bir bıçak gibi, keskin fakat sivri! Şaka maka denk gelen izlesin, çok güzel konuşuyorlar ikiside.
  • En güzellerinden birisi neymiş peki? Böyle sevdicekler ile balkonda yemek yemek, alkol almak. Yine bir başka sevdicek ile balkonda kahve içmek en chillinden müziklerle out olmak falan.
  • Bir abla bu kadar mı özlenir?
  • Nerdesin Şentut? Gel artık hayvandan az insan olan!
  • Her beyanname dönemi bittiğinde bende bitmiş oluyorum. Buna bir dur demenin zamanı geldi artık. Evet bekleneni yapıyorum ve Türkiye'de Kurumlar Vergisi'ni kaldırıyorum. Gelir Vergisi'de almayacağım kimseden. Devletin tek geliri bundan sonra sakat at satışları olacak.
Geçen gün bunu içtim. Kendi ağzından tasvirini altına çıkarırım.

Merhaba! Adım flaming lamborghini. Çok ayıyım. 1 saat sonra çarparım. "Bana birşey olmadı abi!" diyerekten başka birşey içmeye kalkmayın üstüme, ağzınızın üstüne kafayı çakarım. İçimden neler yok ki? Absinth'inden Absolute'una, likörlerden süte, evet bildiğiniz süte, dair çok geniş bir yelpazeye hitp ediyorum. Salladıktan sonra bir pipet yardımı ile vücuda girerim.
Çok ayı mutlaka deneyin!

Bir şarkı koymam gerekirse, link vermeden ve üşenmeden yüklerim buraya. Sakin sakin kafa dinlemek isteyenlere gelsin o zaman.



Hadi görüşürüz kısa zamanda umarım.

Oturan Göbek!
0 yorum

Salı, Mart 23

Yolculuk Filmleri

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 14:07
Bu yolculuk olayı bazen garipleşebiliyor!

Her otobüs yolculuğunun ortak noktası olan, 8. sınıf amerikan filmleri vardır mesela. İddialı film isimleri, caf caflı afişler, gereksiz senaryolar, at hırsızı tipli kaslı aksiyon yıldızları, efsane olmayı amaç edinmiş birkaç söz falan... Nefret ederim!

Konular belirli kalıplarda toplanmıştır;
  • Hava kuvvetlerinden timinin tamamının bir saldırı sonucunda ölmesi ile ayrılmış veya haksız bir sebepten dolayı onursuz şekilde ihraç edilmiş olan, bilimum yıldızları ve çiçekli kahramanlık madalyalarını bünyesinde barındıran eski bir özel kuvvet mensubu yüzbaşı, nasıl oluyorsa(!), amacı nükleer bir bombayı Utah veya Boston gibi şehirlere götürmek olan bir terörist grubunun tam ortasında bulur kendini. Kızını haftasonu tatili için bir göl kenarına götürmektedir çünkü trenle! Bu yüzden o saldırının ortasında kalmalıdır! Burada aslında biz bilmeyenlere bir mesaj amaçlanıyor ama biz farkında değiliz. Eğer Amerika'da mukimsen ve haftasonu boşandığın eşinden kızını alıp göl kenarına götüreceksen her türlü atraksiyona hazır olmalısın!
  • Ortağı ölen polis muhabbeti var! Detayları hepimiz biliyoruz.
  • Katıldığı mistik dövüş turnuvasında kardeşi ölen muhteşem dövüşçüler var ki, bu konudaki filmler sektörün zeytinyağı kullanımını maksimuma çıkarmış ve 90'ların sonuna kadar bu filmlerin kahramanları sayısız Türk kızının hayallerini süslemiştir.
  • Yine eski polislerin veya askerlerin başrolü oynadığı uçak kaçırma filmleri var. Bunların da birçoğunu gördük, birçoğunu izledik. Konu hakkında detaylı dosyalara sahibiz. Bu gibi filmlerde çoğunluğun gözden kaçırdığı bir nokta ise büyük çoğunluğunda pilot ölür ve ya kahraman bir hostes yada filmimizin asıl kahramanı bir Boeing'i rahatlıkla piste indirebilmektedir.
Bizde işte yüzyıllardır kahraman Türk milleti diye atıp tutuyoruz. Oysa tek kahraman meslek grubumuz taksiciler ve o kadar sıradan kahramanlıklar yapıyorlar ki, bugüne kadar aklımda kalan tek başarıları aile baskısı nedeniyle Harem'den otobüse binecek olan Mehmet isimli bir çocuğu ailesine geri dönmeye ikna etmeleri ve dönüş için taksi parası almamaları olmuştur (Bkz: Akasya Durağı).

Kahramanlar ya böyle öküz gibi kaslı olur yada kimseden dayak yemeyen eski siyah kemerli kickboks şampiyonu çirkin adamlar olurlar;

İşte Dolph Lundgren. Kendisine Rocky 4'deki performansı dolayısıyla büyük bir sempati ve istemedende olsa korkuylar karışık bir saygı beslesem dahi, adamın aslında 8 sınıf bir aksiyon yıldızı olduğu tartışılmaz bir gerçek. Hangi insan Ivan Draga olduktan sonra şu şekillere bürünebilir ki;

























Ne desem bilmiyorum! Gerçekten...

Chuck Norris mesela başka bir ekol başlatmıştır bu aksiyon filmleri olayında. Tipe baksan Fatih Çarşamba mahallesine küçük marketi olan bir tarikat üyesinden hiçbir farkı yok ama yıllarca onuda kahraman olarak yutturdular bize. Kimleri dövmedi, kimleri rencide etmedi ki Norris Amca? Bu adamı diğerlerinden ayıran tek özelliği ise, göğüslerinde kıl olan tek kahramanımız olmasıydı yıllar boyunca.










































Lorenzo Lamas vardı bunların haricinde. Onun hakkında fazla söze gerek yok aslında! Bence Dünyayı Kurtaran Adamda bir Aytekin Akkaya ne ise Lorenzo Lamas onun ötesine geçememiştir Amerikan sinemasında. Deri pantolonuna kurban olduğum;

İşte hiç anlamadığım, her zaman için tipine ve geri kalan herşeyine hunharca, yarını düşünmeksizin güldüğüm, o lakabı ise hangi gerizekalının verdiğini anlamadığım Don "The Dragon" Wilson! Yarın birgün kızım olsa bunun torununun torununa bile vermem yeminle! Lan o tiple bırak ejderhayı sümüklü böcek olaman sen, yıllarca seni de yedirdiler işte bize. Bu ne lan;

Bolca resimlerimizden sonra Chuck Norris'e buradan özel mansiyon ödülünü vermek isterim. Bu adamların hepsi yıllarca dayak yediler, oradan oraya atıldılar yok efendim çarpıldılar. Bir tek Chuck Norris farklıydı onlardan. O her filmde sadece tek bir yumruk yiyendi ve o yumruk kahramanımızı sinirlendiren yumruk olduğu için zaten filmin ondan sonrası belliydi.

Neyse bu kadar anlatım ve resimden sonra olayın ana noktasına gelmeliyim! Abi o filmler nedir ya otobüs seyahatlerinde yayınlanan. Nerede 6 yıl önce vizyona girmiş ve minimum gişe başarısı elde etmiş, aha yukarıdaki hıyarlardan birisinin oynadığı filmler. Gerçek işkence resmen! Modern otobüslerde yine iyi. Edirne'ye gelirken her koltuğun arkasına televizyon ve kulaklık var hadi şimdilerde. Önceden otobüsün tavanında 4 tane televizyon, ses ise merkezi şekilde heryere veriliyor! Uyu uyuyabilirsen. Film kötü, senaryo her zaman yayınlanan filmden beklenmeyecek kadar kötü. Rahat yolculuk kavramından eser yok! Kendi parasıyla rezil olması insanın bu olsa gerek.

Bu otobüs seferinde dediğim gibi otobüs koltuklarının arkasında kişisel televizyonlar vardı. Herkes istediği kanalı izliyordu yani. Yayınlanan filmler konusunda da bir adım öteye gidilmiş. Ama sadece bir adım! "Wanted" denen Angelina filmi vardı. Hani kurşunların diğer kurşunlar tarafından vurulabildiği, sineklerin de kanatlarından vurulabildiği film var ya o işte. "Yedinci sınıf!" bu film için söyleyebileceğim tek söz olacaktır. Sen o kadar tesisat koy, oyun konsolu bile yerleştir her koltuğa ondan sonra koya koya o filmi koy, bu nasıl çelişki?

Her aktörün utandığı filmler olur ya veya utanmıyorsa bile hayranlarının onun adına utandığı filmler vardır hani, Samuel Jackson için o filme karar verdim. Snakes on a Plane! Gariptir bu filmde de kahramanımız eski bir polis. Bunun nakil ettiği bir tanığı öldürmek için psikopatın bir tanesini uçağın içine 100'lerce nesli tükenmeye yakın son derece zehirli yılan bırakıyor. Senaryo o derece yani. Filmin geri kalanı ise yılanlardan kurtulmak ve uçağı indirmekten ibaret. İzlenmesi ve incelenmesi gereken çok farklı bir film, değil! Ama Samuel'a yakıştırmadığımı belirtmek isterim, olmadı Samuel.

Bu post'da araştırmacı kişiliğimi ve geçmişe olan saygımı kanıtlar nitelikte olmuştur. İnkar eden varsa Ivan Draga ile bir raunt maç teklifimi değerlendirmeye davet ederim. Ne film ya!

Hadi kaçtım ben.

Oturan Göbek
1 yorum

Cumartesi, Mart 20

İşte Tarsus Falan...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 13:01

"İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan! Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir!"-Vizontele

"Memleket Sevgisi" konulu şu yukarıdaki paragraftan daha iyi anlatan birşey olmamıştı kanımca bugüne kadar gençliğimizin geçtiği yerleri sevmemizin sebebini.

Nereden başlasam bilemiyorum! Yıllardır İstanbul'da yaşıyor olmama rağmen her gittiğimde biraz daha bağlandığımı hissediyorum Tarsus'a. "Ulan burada sevilir mi?" diyenlere de hak vermiyor değilim. Gerçekten hiçbirşey yok benim doğduğum yerde! İnsanlar gittikçe öküzleşmişler geçtiğimiz yıllar boyunca. Zaten belirli dönemlerde yapmış olduğum ziyaretlerde de gözlemlemiş ve belirtmiştim bu mevzuyu ama tekrar belirtmekte fayda var. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama Tarsus insanında değişmesi gereken birşeyler olduğu kesin.

Hayatın ucuz olması gibi geyiklerden bahsetmeye gerek yok artık. Dikkat çekilmesi gereken bir diğer noktaya parmak basacağım. İşsizlik! Gerçekten ama gerçekten hat safhada. Büyük şehirlerde kapansa insanların umurunda bile olmayacak birkaç orta kapasiteli fabrika Tarsus'ta kapanmış ve inanılmaz bir şekilde şehrin ekonomisini direkt olarak etkilemiş. Yani hayatın çok ucuz olduğu yerde aslında kısıtlı da olsa bir gelir elde etmek gerçekten zor olmuş. Böyle bir durumda her ne kadar Tarsus'a geri dönmek ve civardaki büyük yerleşimlerden birisinde bir iş bulup hayatımı devam ettirmeyi içten olarak istesemde, sanırım bir sonraki kariyer zıplamamı o bölgede gerçekleştirmem biraz zor olacak.

Karlar eriyince şelalenin suyunun debisi de bir hayli artmış. Yani öyle bir artış ki, o lisede çözdüğümüz problemlere konu olan ama bir türlü dolu olarak verilmeyen meşhuru havuzu bile alttaki musluğunu boşalttığı sürenin 1/4'ünde dolduracak debide bir su akıyor. Varın gerisini siz hesaplayın!

Şelale restoranın kavurması kendisini birkaç kademe daha ileri götürmüş. Et ve türevlerinden yapılan yemeklerin sırrını açıklıyorum buradan; hiçbir sırrı yok! Herkes aynı güzellikte et yemeği yapabili bence. Dikkat edilmesi gereken ana nokta etin kalitesi. İstanbul'a ne yazık ki sebze ve meyve tarzı besinlerin kalitelileri seçilip gelirken, aynı özelliği et konusunda bulamıyoruz. Anadolu'nun dağlarında özenle otlatılan, etinden-sütünden yararlanılan küçük baş hayvanlarımızda görünen kalite İstanbul'da halka satılan etlerde pek az görülüyor. Buda İstanbul'un et yemeklerinde görünen tadı ciddi anlamda düşürüyor. Ciğercilerden konu bile açmıyorum!

Garip olayların gerçekleştiği de bir gerçek artık Tarsus'ta. Ben lisede iken o kadar çok intihardır, cinayettir olayları yaşanmazdı. 2009'un başından bu yana birçok cinayet, cinayete teşebbüs, bir kere kahve taranması, bir kere çocukların organ mafyası tarafından kaçırılması, bir kere soda şişesinin bir fantezi öğesi olarak kullanılması olaylarını hatırlıyorum. 2 ton at etinin yakalanmasını da hatırladıklarım listesine ekleyebilirim! Burada göçün etkilerini inkar etmek ise ne yazık ki naiflikten öteye gidemez! Eskiden böyle şeyler olmazdı.

Tarsus'a ilişkin söylemek istediklerim şimdilik bu kadar ve bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum. Rahat verin bir!

Şimdi gelelim işin "Hafta Sonu" boyutuna.

Ya bu Gülhane Parkı İstanbul'un bir portresi sanki Pazar günleri. Türlü türlü insan var. Arkada ıslık çalıp, sağı solu rahatsız eden mi dersin? Minnak çocuklarıyla parkta yürüyen aile babaları mı dersin? Kız arkadaşı ile el ele yürüyen yırtıcı forvet saçlı apaçiler mi dersin? Hani vardır ya emo saç kesimli, böyle karşıdan baksan normal saç gibi görünür ama arkasında Rapunzel misali bırakılan kuyruk! O nedir lan? Kimse söylemiyor mu bu elemanlara böyle bir saç kesimi olmadığını? Anlamıyorum. Ya o saça sahip çocuğun elinden tutan kıza ne demeli? Yetkim olsa 20 kilo muzu bir kerede yediririm o kıza. Kabız olsun ölsün!

Sürekli alıntı yaptığım son zamanlarda bir kitap var. Cezmi Ersöz'ün! Karma onu bitirmemi istemiyor olacak ki kitabı unuttum. Ama kararlıyım, bitecek o kitap! Mesela Gülhane Parkı'nda işte çimlere uzanıp rahatça kitap okuyabiliyorsun. E daha ne duruyorsun?

Hepimizin nargile kavramını sevdiğinde hem fikiriz artık. Çorlu'lu Ali Paşa Medresesi, nargilenin tadı bakımından açık ara fark etmış tüm Türkiye'ye. Çay ucuz, kahve ucuz. Ne istersen sadece o geliyor! Kebap konusunda da, güvenilir bir kaynaktan, bir gurmeden, aldığımız habere göre gayet başarılı! Kalk git şuraya! İçerken yalnız dikkat et yanına öksüren tıksıran bir adam gelmesin. Bize denk geldi! Adam öksürerek 1'den 1000'e kadar sayabiliyordu. Sanırım hepsi öksürme değil bir kısmı da uzaylı arkadaşları ile gerçekleştirdiği bir çeşit iletişim olmalı. Ulan insan olan o kadar öksürür mü lan? Durmadan si bemol verilir mi be arkadaş?

Bu öksüren adama takılmamın sebebi yine çocukluğumda yatıyor. Seneler önce Tarsus'taki ilk evimizde ben daha çocukken, uykumda garip sesler duyardım. Önce garibime gitmedi, rüyadır dedim kendi kendime! 5 yaşında bu bilinçteydim yani. Sonra baktım ki, rüyalarımdan gelmiyor bu ses. Hatta bu sesin geldiği bir kabusta değildi. Şüphe olayı çok önemlidir, merakını yenen insandan ise sıkıcısı yoktur bence! "Lan bu ses ne ayak?" diyerekten bir gece uyumadım ben. Bak tekrar diyorum 5 yaşındayım, yoğun derecede Müfettiş Gadget izliyorum. Evdeki sesleri dinlemeye başladım. Gecenin ilerleyen vakitlerinde bir ses geldi. Hemen alarma geçtim ve sesi takip etmeye başladım. Babamdan geliyordu ses. Horul horul uyuyordu Avusturya-Macaristan Arşidükü. İçimden geçirdim "Ayıp ya! Oğlun geceleri uykusuz sen osura osura uyuyorsun!".

Bir gariplik vardı ama. O ses, o duyduğum garipten ses, babama ait değildi! Gizem yine çözülememişti. Tam sızmaya yakın, gecenin daha da ilerleyen vakitlerinde, o ses kulağımı çınlattı tekrar. "Şimdi seni ben..." diyerek kalktım koltuğumdan, Leon gibi koltukta uyuduğumu da ekleyeyim, yürüdüm balkona sesin geldiği yere doğru. Aldım sopayı elime, kafamda bere gözümde gözlük Leon gibiyim dedim ya, açtım balkonun kapısını "Ulan!" dedim. Baktım balkonda boş. Vay babayın kemiği! Meğer ses karşı evde oturan Kamber Amca'dan geliyormuş! Adam öksürmüyor eriyor bitiyor resmen. Ya bu Terminatör 2'de en sonda T-1000 eriyor ya hani işte öyle garip sesler. Ne manyak bir hikayedir bu? Tüylerim diken diken oldu yine. O günden sonra işte her sabah Kamber Amca ile uyandık. Pazarlara onunla merhaba dedik, geceleri ise onunla uykuya daldık yada ondan öncede öyleydi ve ben farkında değildim. Böyle bir hikaye işte!

O değil alkol mevsimi yavaştan açıldı. Hava çok güzel son zamanlarda. Haftasonu yalvarıyorum gezin lan! Yürüyerek gezin ama. Çok zevkli. Bak yapıyorum ondan tavsiye ediyorum. Sonra "Bize söylememiştin ama!" olmasın.

Çok uzattım sanırsam. Hadi görüşürüz.

Oturan Göbek








0 yorum

Pazar, Mart 14

Giderayak...

Gönderen İlmi İle Amil Kişi zaman: 17:13
Yaklaşık altı saat sonra Adana uçağında yerim ayrıldı. Neden hala ayaktaysam? Sanırım birşeyler yazma isteği var.

Doğumgünü toplanmacası ile başlayayım. Zevkliydi, güzeldi! Bolca sohbet, muhabbet! Güzel bir hediye. Uzun zamandan sonra aldığım bolca alkol! Dostum Cenk'in kocamanımsı bir su bardağı ile tekila shot yapması (fark ettiğimizde çok geç kalmıştık! :D), Ablam'ın arkadaş ortamımı ilk kez tam olarak tanıması. Böyle güzel bir geceydi benim açımdan.

Erken noktaladım geceyi ama açıkcası değdi! Sorumluluklarımı birkez daha hatırladım. Arada sırada her dostuma gözlerinin içine bakarak "Nasılsın?" sorusunu yöneltmem gerektiğini anladım. Bunu birkaç kez daha tekrarlamam gerektiğini hatta karşımdaki derdini anlatıncaya kadar tekrar tekrar sormam gerektiğini hatırladım. Sanırım aradan ne kadar uzun zaman geçerse geçsin, tam olarak cevaplanamamış sorular kaldığı vakit insanın aklında, hayat bir yerde ilerlemiyor! İnsan erteliyor o tek cevaplanmamış soruyu kendisine sormayı ama kontrol edilemeyen bir anda işler arap saçına dönüyor. Cevaplanmamış sorular bırakmamaya gayret gösterelim hayatta olur mu? Kimsenin sorusunu da cevapsız bırakmamaya çalışalım.

Doğum gününde aldığım hediye bir kitap. Ama güzel bir kitap. Başladım hafiften, ortalarına geldim. Güzel bir ortamda, kuşlarla ve çimlere uzanaraktan. "Oğullar ve Rencide Ruhlar" kitabın adı, Alper Canıgüz ise yazarı! Luşların Evren'in hediyesi kitap, değişik bir mizahi yön taşıyor. Bugüne kadar sinir olduğum durumların çoğuna ise şu ana kadar değinmiş durumda. Bitireyim kitabı sizlere de veririm! Sizde eğlenirsiniz!

Kitap okuyamama sorunumu aştım sanırım tekrardan. Önceki postlarda değinmiştim uzun zamandır bekleyen kitaplarım olduğunu. Hala bekliyorlar ama Evren sağolsun ve daha önce yarım bıraktığım "Beni Asıl Hayat Aldattı" sağolsun tekrardan başladım birşeyler okumaya. Cezmi Ersöz bir bölümünde kitabın nasılda beni anlatmış dedim.

"Fabrikadan eve tek başıma dönerdim. Ama dönerken hep geriye dönüp bakardım, annem çıkıp gelecek mi, ansızın bana sarılıp elimden tutacak mı? diye, ama o gelmezdi...

O zamanlardan kalmış benim ayrılığa tahammülsüzlüğüm, belirsizliklere dayanıksızlığım. Çok beklemiştim, çok ayrı kalmıştım sevdiklerimden. Çok fazla şey beklemiştim hayattan, çok kırılmıştım!"

Bu blogu böyle saçmalamak, oramdan buramdan birşeyler sallayıp eğlenmek ve belki birazda eğlendirmek için açmıştım, ama sanırım herzaman böyle şeyler yazmam mümkün olmuyor. Mesela "Neden bugün böyle yazıyorum?" dediğimde kendime, sanırım sabah okuduğum bir yazı buna sebep oldu. Belki üzerine son birkaç haftadır sevdiğim insanların durumlarını görmem tuz biber olmuştur.

Melih değinmiş zaten blogunda! Yazının tam metnine de yer vermiş. Bir okuyun derim ben Kaan Sezyum ne demiş? Nasıl hissetmiş kendisini?

"Hayatımızın anlamı anılarımızmış..." demiş. En çok ordan etkilendim galiba. Hakkaten, başka neyi gülerek hatırlıyorum ki?

Atmam gereken bir adım var mesela onu bile atamıyorum! Uzun zamandır atmam gerekmesine rağmen! İşte anılar oluyor sürekli ve sanırım bu bana yetiyor. Bu yüzden atmıyorum o adımı sanırım! Amma çok sandım sanırım.

Sanırım şu hafiften başlayan klostrofobi olayı kendini biraz geliştirdi. Bugün ofise bilgisayarımı almaya gittiğimde asansörde baya bir garipleştim. Bir ara 36 bedene düştüğümü sandım. Köşeye sıkıştım ve başım hiç dönmediği gibi, hayır yetmez bugüne kadar hiçbir başın dönmediği gibi döndü ve asansörden kendimi dışarıya zorla attım. Böyle durumlarda yanımda birisi olması gerekiyor galiba. Mübaşir, bu konuyu da ciddi olarak ilgilenmem gerekenler listesine ekleyelim.

"Savaş Sanatı" kitabını 3 kere okuduğumu hatta kitabın yazılışı esnasında danışmanlık hizmeti verdiğimi unutanlar olabilir. Büyük hata yaparlar söyleyeyim buradan! Okuyorsun biliyorum.

Nedense gergin bir post oldu! O yüzden her dinlediğimde sakinleştiğim bir şarkının linkini vererek noktalayayım bu postu. Daha önce linkini verdim mi bilmiyorum. Kulağınızın pasını alsın biraz!

http://fizy.com/s/1dlgs5

Tarsus'tan neşeli birşeyler yazarım belki. Hadi sağlıcakla kalın.

Sevgiler ve saygılar.

Oturan Göbek




0 yorum
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Takip Ettiklerim

  • .z.
    Este es mi primer post! :3
    6 yıl önce
  • BETTRA
    8 yıl önce
  • daçe der ki
    Gökdelenin Tepesinden İnsan Manzaraları
    9 yıl önce
  • M.
    Bir gece sabaha karsi
    13 yıl önce
  • BİRBİZEKSİKTİK
    Unwell
    13 yıl önce
  • special n'
    ..
    13 yıl önce
  • r.d
    Toilet Paper
    15 yıl önce
  • direnk | knerid
  • and...

About Me

Fotoğrafım
İlmi İle Amil Kişi
Profilimin tamamını görüntüle

İzleyiciler

Tamam ama niye?

Gereksiz bilgeliğe giden yol burdan geçer!

Blog Archive

  • ▼ 2010 (26)
    • ▼ 09/26 - 10/03 (1)
      • İsviçreli Bilim Adamları
    • ► 09/05 - 09/12 (1)
      • Ameliyat Vs. Kebap
    • ► 08/22 - 08/29 (1)
      • Hakkat boş yazı!
    • ► 08/08 - 08/15 (1)
      • Kapızlı'dan Adana Hilton'a!
    • ► 07/18 - 07/25 (2)
      • Çocukluğum...
      • Tatile çıkmaksızın...
    • ► 07/11 - 07/18 (1)
      • Omuz hizası vaktinde bir yazı...
    • ► 06/13 - 06/20 (1)
      • Bazı bazı...
    • ► 05/23 - 05/30 (1)
      • Uygun bir başlığı olmayan yazı!
    • ► 05/02 - 05/09 (1)
      • Apartman Günü Esprileri
    • ► 04/25 - 05/02 (1)
      • Vay babayın kemiğine...!
    • ► 03/21 - 03/28 (1)
      • Yolculuk Filmleri
    • ► 03/14 - 03/21 (2)
      • İşte Tarsus Falan...
      • Giderayak...
    • ► 02/28 - 03/07 (3)
    • ► 02/21 - 02/28 (1)
    • ► 01/31 - 02/07 (1)
    • ► 01/17 - 01/24 (3)
    • ► 01/10 - 01/17 (3)
    • ► 01/03 - 01/10 (1)
  • ► 2009 (57)
    • ► 12/27 - 01/03 (3)
    • ► 12/20 - 12/27 (1)
    • ► 12/13 - 12/20 (4)
    • ► 12/06 - 12/13 (1)
    • ► 11/29 - 12/06 (3)
    • ► 11/22 - 11/29 (4)
    • ► 11/15 - 11/22 (3)
    • ► 11/08 - 11/15 (1)
    • ► 11/01 - 11/08 (5)
    • ► 10/25 - 11/01 (2)
    • ► 10/11 - 10/18 (4)
    • ► 10/04 - 10/11 (5)
    • ► 09/27 - 10/04 (1)
    • ► 09/20 - 09/27 (4)
    • ► 09/06 - 09/13 (1)
    • ► 08/30 - 09/06 (2)
    • ► 08/23 - 08/30 (1)
    • ► 08/16 - 08/23 (2)
    • ► 08/09 - 08/16 (2)
    • ► 07/12 - 07/19 (1)
    • ► 07/05 - 07/12 (1)
    • ► 06/21 - 06/28 (1)
    • ► 06/14 - 06/21 (5)
 

© 2010 My Web Blog
designed by DT Website Templates | Bloggerized by Agus Ramadhani | Zoomtemplate.com